Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Ahmet Özer: “Tutuksuz yargılama ve kayyum uygulamasına son verilmeden barış mümkün değildir”

Görevden alınarak yerine kayyum atanan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, Tüm Bel-Sel, KESK, PSI ve EPSU’nun ortak düzenlediği İkinci Uluslararası Yerel Yönetimler, Emek, Barış ve Demokrasi Sempozyumu’nun “Kayyum ve Çözüm Arayışları” oturumunda konuştu. Tutuklu belediye başkanlarının durumunun barış süreciyle çeliştiğini vurgulayan Özer, “Kayyum halk iradesine darbedir, demokrasi ayıbıdır. Tutuksuz yargılama ve kayyum uygulamasına son verilmeden barış mümkün değildir” dedi. Özer ayrıca,  ‘Terörsüz Türkiye’ lafı

Görevden alınarak yerine kayyum atanan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer,

(ANKARA) – Görevden alınarak yerine kayyum atanan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, Tüm Bel-Sel, KESK, PSI ve EPSU’nun ortak düzenlediği İkinci Uluslararası Yerel Yönetimler, Emek, Barış ve Demokrasi Sempozyumu’nun “Kayyum ve Çözüm Arayışları” oturumunda konuştu. Tutuklu belediye başkanlarının durumunun barış süreciyle çeliştiğini vurgulayan Özer, “Kayyum halk iradesine darbedir, demokrasi ayıbıdır. Tutuksuz yargılama ve kayyum uygulamasına son verilmeden barış mümkün değildir” dedi. Özer ayrıca, ‘Terörsüz Türkiye’ lafı eksik ve yanlış bir kavramdır, ‘Demokratik Türkiye’ olmalıdır. Demokrasi olmadan barış gelmez” diye konuştu.

Tüm Belediyeler ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası (Tüm Bel-Sel), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Kamu Hizmetleri Enternasyonali (PSI), Avrupa Kamu Hizmeti Sendikaları Federasyonu (EPSU) ortaklığında bugün İkinci Uluslararası Yerel Yönetimler, Emek, Barış ve Demokrasi Sempozyumu Ankara’da düzenlendi.

Sempozyuma Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer ile eski Başbakan Yardımcısı ve SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın da katıldı. Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Murat Karayalçın, “Ben Türkiye’de özellikle bir şehirde son yıllarda önemli bir kurumsal gelişmeyi sağladıklarını ama buna karşılık en başta büyük şehir belediyeleri olmak üzere tüm belediyeciliğin çok ciddi idari, mali ve siyasi sorunlarla karşı karşıya bulunduğunu, bunun da Türkiye için yaşamsal açmaz olarak görülmesi gerektiğini ifade etmek istiyorum” dedi.

Karayalçın: “Türkiye’de, son 41 yıldır, belediyecilikte temel ve köklü değişiklikler yaşanmaktadır.”

Karayalçın, şöyle devam etti:

“Gerçekten Türkiye’de, son 41 yıldır, belediyecilikte temel ve köklü değişiklikler yaşanmaktadır. Bu değişiklikler, Türkiye belediyeciliğinde önemli bir kurumsal ilerlemeyi, kurumsal performansın yüksekliğine beraberinde getirmiştir. Bunlardan birincisi 1984 yılında yürürlüğe konulan 3030 sayılı Büyükşehir Belediyeleri Yasası’dır. Aslında bunun, bir sistem olarak bir görülmesi gerektiği düşüncesindeyim. Yani kurulan yalnızca büyükşehir belediyeleri değildir; kurulan, bir sistemdir. İçinde büyükşehir belediyelerinin de metropol belediyelerinin de birlikte yer aldıkları bir sistem, 1984 yılında kurulmuştur. Hatta 1984 Mart’ında yapılan belediye seçimlerinden önce bir kanı gücünde kararname ile biraz daha apar topar bir şekilde bu sistem yürürlüğe konulmuştur.

Öyle bir sistem kurulmuştur ki bir yandan temel ve büyük yatırımları yapan, ilçelere ya da alt belediye birimlerine göre bölündüğünde iktisadi kayıpların ortaya çıkabileceği yatırımları yapan, denetimi yapan bir büyükşehir belediyesi… Aynı anda o sistem içinde daha çok katılımcılığı öne çıkartan, hemşehrileşmeyi, geliştirmeyi amaçlayan, küçük ölçekli yatırımları yapan metropol belediyeler… Bu ikisi, bir sistem oluşturuyorlar. Ben, bunların oluşturduğu sistemin, idari optimizasyon olarak görülmesi gerektiği düşüncesindeyim. Birincisi, bu önemli bir gelişme.

“AKP, 2005’te Belediye Yasası’nda belediyelerin idari ve mali özerkliğe sahip olduğuna ilişkin cümleyi ya da düzenlemeyi beraberinde getirdi”

İkinci önemli gelişme, Türkiye’nin bazı çekincelerle de olsa 1992 yılında kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’dır. Bu, dünyanın ilk belki de tek yerel yönetimlere ilişkin uluslararası bir anlaşmadır. Avrupa Konseyi bunu hazırlamıştır ve imzaya açmıştır. Türkiye, 1992 yılında, bazı çekincelerle, bunu kabul etmiştir. Aslında, çoğu yasal düzenlemede olduğu gibi Türkiye’nin bunu kabul etmemesinin de çok fazla kıymeti harbiyesi yok çünkü uygulanamamaktadır. Bunun tek önemli yanı, 2005 yılında AKP yönetiminin 5393 sayılı Belediye Yasası ile ilgili düzenlemesinde, onun üçüncü maddesine belediyelerin idari ve mali özerkliğe sahip olduğuna ilişkin cümleyi ya da düzenlemeyi beraberinde getirmiş olmasıdır.

Üçüncü en köklü değişiklik, 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı Yasa’dır. Hatta belki bunu dönüşüm diye de adlandırmakta yarar var. Buna göre Türkiye’nin 30 büyükşehir belediyesi sınırları içinde belediyeleri kırsal alanda, dağ köylerinde, ilin her yerinde Anayasa’nın 127’nci maddesine göre her ortak gereksinmeleri karşılamak durumdadır. İldeki tarımsal etkinlikler ve altyapı, ilin ekonomisi, enerjisi, turizmi, akla ne geliyorsa onların tümü artık bu yasal düzenleme uyarınca büyükşehir belediyeleri tarafından karşılanabilecektir.

“Belediyelerin her anlamıyla demokratik bir yapıyla işlemesini sağlayacak olan bana göre tek çözüm halkımızdır”

Şimdi metro, raylı sistem, yerel ortak gereksinme değil mi? Çok açık bir şekilde öyle. Kentsel dönüşüm hizmetleri, çok açık bir biçimde yerel ortak gereksinme değil mi? Sen devlet olarak ne arıyorsun orada? Sen devlet olarak niye onun içine giriyorsun? Bir yanda kurumsal ilerleme, öte yanda idari ve mali gerileme… Bu, gerçekten çok yaman bir çelişkidir. Bunun, mutlaka değiştirilmesi ve düzeltilmesi gerekmektedir. Bunu düzeltecek olan da halkımızdır. Belediyelerin her anlamıyla demokratik bir yapıyla işlemesini sağlayacak olan bana göre tek çözüm halkımızdır. Çünkü umudumuz halkımızdır.”

Özer: “Bu barış sürecinin ruhuna uymayan onunla çelişen birtakım uygulamalar yaşıyoruz”

Sempozyumun “Yerel Yönetimler, Kayyum ve Çözüm Arayışları” başlıklı oturumunda konuşan Ahmet Özer, “Zor bir süreçten geçiyoruz” diyerek şunları söyledi:

“Bir tarafta barış süreci var. Bu barış sürecini, ben amasız ve fakatsız destekliyorum. Partimiz de hakeza öyle. Ama öte tarafta, bu barış sürecinin ruhuna uymayan onunla çelişen birtakım uygulamalar yaşıyoruz. Bugün en güncel olan konularımızın başında bu geliyor. Şu anda Türkiye nüfusunun üçte birini temsil eden yaklaşık 28 milyon 500 bin insanın yaşadığı beldelerin, seçimle iş başına gelmiş yöneticileri hapiste bulunuyor. Şu anda 17 milyon 500 bin oy kullanan beldelerin seçim ile iş başına gelen belediye başkanları, Silivri’de, Çorlu’da, İzmir’de, Kandıra’da veya bizim bilmediğimiz başka yerlerde hapislerde bulunuyorlar.

Şimdi barış süreci tabii ki bana göre tarihi bir fırsat, sadece Türkiye için değil bu bölge için tarihi bir fırsat. Ben tahliye oldum, çıktım ama çok sevinemedim. Çünkü arkadaşlarım içeride kaldı. Şimdi yetkililere, hükümete, bütün partilere soruyorum: Bir tarafta Türkiye’nin yarısını dışlayarak barışı nasıl sağlayacağız? Siz de sorun ve elimizi vicdanımıza koyarak soralım. Şu anda, 27 tane belediye başkanı tutukluyken nasıl barışı getireceğiz? 13 tane belediyeye, ikisi büyükşehir olmak üzere hala devletin atadığı memurlarla yönetilirken, kayyum varken barış nasıl olacak? Şu anda, bizim en büyük oydaşma mekanizmamız olan Anayasa Mahkemesi’nin kararları uygulanmadan, bizim imzamızın olduğu Avrupa Konseyi’nin oluşturmuş olduğu AİHM’in kararları uygulanmadan barışa nasıl ulaşacağız? İşte Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, daha ismini sayamadığım onlarca arkadaşımız, AYM ve AİHM kararlarına rağmen hala içeridedirler.

“‘Hala senin yerinde kayyum varken biz bu barışa nasıl inanacağız’ diye soruyorlar”

Ben çıktıktan sonra yaklaşık 60-70 bin kişi ziyaretime geldi. Sordukları en önemli sorular bunlar… Esenyurt’un 700 bin seçmeni var. Bunun 350 bini Doğu-Güneydoğu’dan gelen Kürtlerden oluşuyor. ‘Peki hala senin yerinde kayyum varken biz bu barışa nasıl inanacağız’ diyorlar. O halde bu sesi yükseltmemiz lazım. Barış bir niyet meselesidir. Bir iyi niyet meselesidir, bir samimiyet meselesidir. Eğer niyetiniz halisane ise bu iş, başa gider. Değilse kafanızın arkasında başka ajandalar varsa bir biçimde sekteye uğrar. Sekteye uğramaması için, barışın insanların kafasında yer edinebilmesi için ve en önemlisi geçmişteki dokuz tane girişimin başarısızlığın nedeni olan toplumsallaşamamanın bu dönem gerçekleşmesi için o zaman güven verici, umut verici, barışa inancı yükselten bazı adımların atılması gerekir.

“‘Terörsüz Türkiye’ lafı eksik ve yanlış; ‘Demokratik Türkiye’ olmalıdır”

Örneğin; tutuksuz yargılamalar bunlardan biri olabilir. Ben şimdi işte sevgili Neslihan’ın da yerinde kayyum var ama eski Van Belediye Başkanı Bekir Kaya hala 8 senedir sessiz sedasız hapiste yatıyor. Allah’a reva mı? Kayyum meselesine biraz sonra döneceğim. Hala kayyumlarla yönetiliyoruz. Barış iki kanatlıdır. Bir kanadı barışsa bir kanadı da demokrasidir. Onun için ‘Terörsüz Türkiye’ lafı eksik ve yanlış bir kavramdır. ‘Demokratik Türkiye’ olmalıdır. Demokrasi olmadan barış gelmez. Demokrasi ile barış bir madalyonun iki yüzü gibidir. Biri olmadan diğeri olmaz.

Hukuk olmadan barış olmaz. Yargı tarafsız ve bağımsız davranmadan barış olmaz. Bizim amacımız, bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek… Barış, her koşulda barış… Ama ‘Demokrasi her koşulda demokrasi’ de demeliyiz. Çünkü biliriz ki demokrasi olmadan barış olmaz. Zaten Kürt meselesi ile ilgili barışla ilgili eksik olan bilgi eksikliği değil; yeterince müktesebatımız var. Ben 42 tane kitap yazdım, yarısı bunlara ilişkindir. Doktora sonrası çatışmaların çözümü üzerinde çalıştım. Amerika’da, Avrupa’da, Afrika’da birçok yerde gördüm. Sonunda şuna ulaştım: Bu meselelerde söz konusu olan bilgi eksikliği değil; söz konusu olan niyet eksikliğidir, samimiyet eksikliğidir. O halde şimdi siyasetin yapması gereken en önemli iş budur. Bir taraftan barış, bir taraftan da ana muhalefet partisine hala operasyonlar yürütülüyor. E peki CHP, şu anda toplumun aşağıyı yukarı yüzde 35’ini kimi anketlere göre yüzde 40’ına yakın teveccühüne mazhar olmuş ama ‘hala acaba kayyum atanır mı, butlan olur mu’ gibi birtakım meselelerle uğraşıyoruz.

“Esenyurt’a 7 ayda belki de 6-7 yılda yapılmayacak hizmetler yaptım; kayyum, gelir gelmez yaptığım bütün hizmetlerin üstünü boyadı”

Kayyum, bunun bir versiyonudur. Bu mesele çözülmeden kayyum çözülemez. Kayyumu çözersek bu meseleler de çözülmez. Çünkü vücudun tümü hastaysa sadece bir organı iyileştirerek vücudu iyileştiremezsiniz. O zaman topyekün bir iyileştirmeye gitmek durumundasınız. Ben, içerideyken iki şeyden dolayı hep üzüldüm. Bir, Esenyurt’a 7 ayda belki de 6-7 yılda yapılmayacak hizmetler yaptım. Bunu ben söylemiyorum, Esenyurt halkı söylüyor. Esenyurt’un kaderini değiştirecektik. 51 ilden artı 7 büyük şehirden daha büyük bir ilçe Esenyurt. Esenyurt’la ilgili bir model ortaya koydum. Hedefler koydum. Barış ve demokrasi kenti Esenyurt dedim.

Kayyum gelir gelmez ne yaptı biliyor musunuz? Benim yaptığım bütün hizmetlerin üstünü boyadı, kaldırdı, Türk bayraklarını astı. Sanki birilerinin Türk bayrağıyla bir sorunu varmış gibi. Bir hamaset politikasıyla asıl toplumu germek, bölmek, kışkırtmak bu değil mi? Türk bayrağı hepimizin bayrağıdır. Sen, bir devlet memuru olarak oraya atandığında bir anda bütün beldeyi Türk bayraklarıyla donatmanın anlamı ne, işgalden mi kurtarıyorsun? Evet, Özgür Başkan öyle diyor, ‘Belediye işgale uğruyor.’ Artı, gelir gelmez 9 tane belediye başkan yardımcısı var. Hepsini değiştiriyor. Sanki o da başka ülkeden gelmiş. 44 müdürlük var. Hemen hemen hepsini değiştiriyor. Mobbing yapıyor. Yüzlerce insanı işten atıyor. Benim yaptığım bütün hizmetleri kendisi yapmış gibi sunmaya çalışıyor. Ama ortaya çıkıyor, örneğin, ben öğrencilere Set almışım. Çantaların içinde, ‘Bakın ben size hizmet ediyorum’ diyor. Bugüne kadar yoktu. Size şimdi bunu veriyorum diyor, açıp bakıyorlar, Ahmet Özer’in mektubu var içinde. İlahi adalet… Dolayısıyla her işleri böyle.

“Kayyum garabettir, hak ihlalidir, halkı tanımamaktır”

O nedenle kayyum bir garabettir, kayyum hak ihlalidir, kayyum halkı tanımamaktır. Kayyum demokrasi ayıbıdır. Biz, artık 21’inci yüzyılda insanlığın uzayda taht kurduğu bir dönemde böyle şeylerle karşı karşıya kalmak istemiyoruz. Şimdi ben kayyumla ilgili bir savunma yaptım. O mahkemede bizim talebimiz, ilk defa kabul edildi. Şu ana kadar Türkiye’de 160 yere yaklaşık olarak kayyum atanmış ve hiçbir ya başvuru yapılmadı ya da yapılan hiçbir başvuru değerlendirmeye alınmadı, kabul edilmedi. Ama biz İstanbul 9’uncu İdare Mahkemesi’ne açtığımız davayı, idare mahkemesi bizim talebimizi kabul etti. Biz dedik ki ‘Bu dava şunun davasıdır: Bu yasa Anayasa’ya aykırıdır. Anayasa’nın 2’nci, 5’inci, 6’ncı ve özellikle de 127’nci maddesi aykırıdır.

Bir yasa, Anayasa Mahkemesi’ne gittiği zaman o aykırılığı tespit ederse o yasa yürürlükten kalkması lazım. Kaldı ki o Meclis’in de çıkardığı bir yasa değil. O olağanüstü hal döneminde çıkan bir kanun hükmünde kararnamedir, sonra Meclis’e getirilip yasallaştırılmış ve seçimle kazanılamayan yerlere eğer kayyum atanacaksa ‘örgüt üyeliği’ güya işte ‘terör örgütü’ ilişkilendirilerek oralara kayyum ataması yapılıyor. Peki biz bir taraftan demokrasi diyorsak öte taraftan bu işin içinden nasıl çıkacağız? Acaba bu kayyum nasıl bir bir olgudur.

“Halkın sandıkta gösterdiği irade, idari işlemlerle boşa çıkarılıyor”

Seçimin manası ve anayasal güvenceleri tehdit altına almaktadır. Seçim, yalnızca bir prosedür değil; halkın egemenliğini devreye soktuğu kutsal bir irade beyanıdır. Bu beyan Anayasa’mızın 6’ncı maddesinde ifadesini bulan ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesine dayanır. Egemenlik, en somut tezahürü, 67’nci ve 127’nci maddelerde düzenlenen seçim hakkıdır. Ancak bugün bu anayasal teminatlar, bir satırda yazılı kalıplara indirgenmiş bulunuyor. Halkın sandıkta gösterdiği irade, idari işlemlerle boşa çıkarılıyor. Bu durum yalnız anayasa ihlali değildir. Aynı zamanda halkın aklına, onuruna ve egemenliğine yapılan bir müdahaledir. Çünkü bu işin sahibi kimdir? Halktır. Yani bizim yerimize kayyum atanması sadece bizim seçilmiş olma hakkımızı ihlal etmiyor. Bize oy verenlerin de seçme hakkını ve iradesini ihlal etmiş oluyor, onu yok sayıyor.

Bizim Anayasa’mızda ikili bir yapı var, merkezi sistem ve yerel yönetimler. İkisinden de seçimle işbaşına gelen yöneticiler tarafından yönetilirler. Ancak kendi konularıyla ilgili bir sorun varsa ve bu sorun, mahkemelerce sübuta erdirilmişse o zaman o kişi cezasını çeker yerine belediye meclisinden bir kişi seçilir. Kayyum atanmaz, kayyum eksik olsun. Kayyum, aynı zamanda demokrasi meşruiyetin gaspıdır. Genel olarak üç tane rejim vardır literatürde: demokrasi, teokrasi ve diktatörlük. Diktatörlük korkuya dayanır. Teokrasi din korkusuna dayanır. Ama demokrasi rızaya dayanır. Dolayısıyla halkın rızasına rağmen ele geçirdiği gücü kullanmak, seçimle gelinen bir makamı gasp ederek meşruiyetten yoksun bir yönetimi ihya etmek demektir. Oysa demokrasinin temel meşruiyet seçilmişliktir. Seçilmişliğin de temel kaynağı halktır. Yani rızayı halktan almaktadır.

“Kayyum uygulamaları toplumsal kopuş demektir”

Kayyum uygulamaları toplumsal kopuş demektir. Yani kayyum, halkın devlete daha da bağlılığını arttırmamaktadır. Tam tersine, iki hukuklu bir yapı vardı şimdiye kadar. Daha çok işte Van’a, Batman’a, atanıyordu. Şimdi İstanbul’a da maalesef atanmaya başlandı. Yurttaşlık bilincini zedeliyor, aidiyet duygusunu zayıflatıyor, toplumsal kopuşu hızlandırıyor kayyum. Bu uygulamalar, seçmen nezdinde sandıkla gelenin sandıkla gidemeyeceği kanaatini geliştiriyor ve pekiştiriyor. Oysa demokrasilerde sandık, sadece oy verme aracı değil, halkın kendi geleceğine dair söz hakkını kullanma mekanizmasıdır.

Ben, bu sözleri mahkeme heyetine söylüyorum. Bu sözlerden sonra mahkeme heyeti talebimi kabul ediyor. Buna rağmen ‘Evet sen haklısın’ diyor. Bu talep, bu yasa, Anayasa’ya aykırıdır. Bugün çeşitli kumpaslarla ve siyasi davalarla bize uygulanan şey seçimle alamadıkları yeni yeri hukuku kullanarak ele geçirmektir. Oysa demokrasinin ruhu adalettir. Adalet zaafa uğrarsa devlet zaafa uğrar. Zaafa uğramış olan bir devlet de kimseyi koruyamaz, kollayamaz. O yüzden kayyum halk iradesine darbedir. Bir kenti en az 10 yıl, 20 yıl geriye götürmek demektir. Halka yapılmış en büyük kötülüktür. Bunu biz, sendikalar, halk, herkesin anlatması gerekir. Nitekim demin söyledim işte Kanun Hükmünde Kararname ile Belediye Kanunu’nun 45’inci ve 46’ncı maddelerine eklenen bir yasayla kayyum ataması maalesef meşrulaştırılmış hale getirilmiştir.

“Tutuksuz yargılamalar olmalıdır; tutukluluk, bir istisnadır bizim yasalarımızda”

Geçtiğimiz bu süreçteki taleplerimiz şunlardır: Bir, tutuksuz yargılamalar olmalıdır. Tutukluluk, bir istisnadır bizim yasalarımızda. İki, kayyum işine derhal bir an önce son verilmeli. Bütün arkadaşlarımız görevlerine iade edilmelidir. Bu, aynı zamanda barış sürecine karşı toplumdaki güveni ve umudu da büyütecektir. Üç, hasta tutuklular ve tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır. Bu bir lütuf değil, bir insan hakkı talebidir. Dört, AYM ve AİHM kararları uygulanmalıdır. Beş, bu operasyonlara son verilmelidir, gerginlik düşürülmelidir. Siyasi partiler, birbirlerinin düşmanı değildir; birbirinin rakibidirler. Bu rekabet de siyasal alanda nezaket içinde yürütülmelidir. Ama ne yazık ki bu zor dönemlerde bu uygulanmıyor.

Sizler de bu süreçlerin içindesiniz. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi bir insanın en onurlu mücadelesidir. Ama böyle dönemlerin de ağır bedelleri oluyor. Bu bedelleri ödemekten geri durmayanların sayesinde işte Cumhurbaşkanı adayımız Ekrem İmamoğlu, 27 tane siyasi, binlerce seçilmiş, meclis üyesi, partili bugün içeride… Bu insanların sayesinde umutlarımız geleceğe dair hep diri kalıyor, eşitliğe dair, özgürlüğe dair ve adalete dair. Biz de mücadelemizi eşitliği, özgürlüğü ve adaleti sağlayıncaya kadar inancı düşürmeden devam ettirmemiz lazım. Bu mücadeleye omuz veren herkese teşekkür ediyorum. Bu mücadelede olan herkese de buradan selam yolluyorum.”